1960-1970 arası eğitim

İkinci Dünya Savaşı, uzay yarışı, fizikî ve davranış bilimlerindeki gelişmelerin etkisi ile  meydana gelen sayısız yenilikler, öğrenci sayısının artışı ile büyüyen öğretmen ihtiyacı gibi faktörler önceki dönemlere göre farklı bir eğitim teknolojisinin gelişmesine yol açmıştır. Eğitim teknolojisi tek kitaptan bilgisayara kadar çok geniş ve çeşitli alanları kapsar hale gelmiştir. Bu gelişmeye etki eden faktörler, televizyonun icadı ile sistemler teknolojisinin geliştirilmesi olarak sayılabilir. Görsel ve işitsel kitle iletişim araçları olan radyo ve televizyon, toplum hayatına önce haberleşme aracı olarak girmiş, geniş toplulukları etkileme özelliklerinden dolayı eğitimde de etkili biçimde kullanılmışlardır.

1960’ların başında özellikle psikoloji biliminde görülen gelişmelerin etkisiyle, öğrenme–öğretme sorunlarının çözümü için yeni bir bakış açısı olmuştur.

DAVRANIŞ BİLİMLERİ DÖNEMİ

 

1960’ların başından itibaren eğitim teknolojisi alanında önemli değişmeler oldu. Psikoloji bilimi ve insanın öğrenmesi ile ilgili çalışmaların sonuçlarının öğretim uygulamalarına yansıtılması gereği ile eğitim teknolojisi “süreç“ olarak algılanmaya başlandı. Böylece eğitim teknolojisinin daha çok ortam, ürün, araç olarak görüldüğü bir dönem kapanmış oluyordu. Yeni dönem, öğrencinin davranışının ya da performansının nasıl değiştirilip düzeltileceğine özel önem vererek,eğitim teknolojisini süreç olarak kabul ediyordu. Kuramsal alandaki bu değişim araçların üretimine yansımıştır. Daha önceki yıllarda araçların üretiminde bireylerin özellikleri çok az dikkate alınmaktaydı. Bu tarihten sonra insan nitelikleri,zihinsel yetenekler, iletişim, ve öğrenme alanlarındaki inceleme ve araştırma sonuçları araçların üretiminde göz önünde tutulmaya başlamıştır. Değişik öğretim basamaklarında bulunan bireylerin, farklı özellik ve yeteneklerine uygun araçlar yapılması yolunda önemli gelişmeler olmuştur.[26]

Programlı öğretim akımı  davranış bilimlerinin bütün disiplinlerini dikkate almamıştır. Öğrenmeye bütünüyle psikoloji açısından yaklaşırken, örneğin sosyoloji ve antropoloji bilimlerini dikkate alınmamıştır.

Denilebilir ki programlı öğretim birbirinden ayrı, fakat kuramsal olarak birbirini tamamlayan iki yapının bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Bunlardan birincisi ; davranışçılığın bütün öğrenme yaklaşımları üzerindeki güçlü etkisidir. İkincisi ise; mühendislik alanında doğan ve gelişen “sistem yaklaşımı”dır. Davranışçı akım, davranışsal amaçların geliştirilmesini sağlarken, uygulamada hangi davranışların istendik olduğunun belirlenmesi ve bu davranışların ortaya çıkarılması için güdüleme sistemlerinin geliştirilmesi gerekliydi. Sistem yaklaşımına göre ise; öğretme–öğrenme süreçleri için eldeki kaynakları ve ilgili kuramsal bilgileri bir bütün olarak kullanarak, belirli özel amaçların gerçekleştirilmesi için bir sistemin tasarımlanması, yürütülmesi ve değerlendirilmesi söz konusuydu.

Programlı öğretim o günlerde olduğu gibi günümüzde de eğitim teknolojisi alanı üzerindeki etkisini sürdürmektedir. “Bilgisayar destekli eğitim” bunlardan birisidir.

Programlı eğitim hareketi zamanla “Öğretim Sistemleri” olarak bilinen daha kapsamlı bir yapıya bürünmüştür. Öğretim sistemleri modeli, öğretimin tasarımlanması ve geliştirilmesine yönelik bir yaklaşım olarak daha çok sürece yönelik bir gelişim izlemiştir. Öğrenme sorununun çözüldüğü süreç birincil, tasarım ve geliştirme ise ikincil öneme sahipti. Öğretim sitemleri yaklaşımı hala paket program kavramında, Postlethwait’ in işitsel yönetimli sistemler ve öğretimin kişiselleştirilmesi sistemi olarak bilinen Keller Planı yaklaşımlarında görülmektedir.

Programlı öğrenmenin, öğretmen bulunmadan gerçekleşen ferdî ve bağımsız bir öğrenme türü olduğu düşünülürse, 1960’lı yıllarda eğitim teknolojisinde iki yönlü bir gelişme izlendiği söylenebilir. Bunlardan birisi toplum eğitimi, diğeri ise ferdî eğitimdir.

Ferdî öğretim, çeşitli araçlar ile sistemlerden oluşturulmuş eğitim ortamlarıdır. Başlıca uygulama biçimleri ;

                 ·      Ferdî okuma araçları

                 ·      Slaytları, film şeritlerini, filmleri, teyp bantlarını ferdî olarak kullanmaya yarayan araçlar

                 ·      Çeşitli elektronik öğrenme laboratuvarları

                 ·      Özel olarak programlaştırılmış basılı materyaller

                 ·      Skinner tipi öğretim makineleri, sözlü ve resimli olarak geliştirilmiş programları uygulayan, öğrencinin tepkisini, ilerlemesini, hatalarını saptayan araçlar.

            ·      Günümüzde ise bilgisayarla öğretim teknolojisi ve etkileşimli video bu alandaki uygulamalar olarak görülebilir.

Toplum eğitiminde temel araç televizyondur. Televizyondan değişik şekillerde yararlanılmaktadır.

                 ·      Televizyonda özel eğitim kanallarından yayın yapmak.

                 ·      Ticari kanallar üzerinden yayın yapmak

                 ·      Kapalı devre yayın sistemi geliştirmek

                 ·      Sınıf öğretmeni yerine bir seçenek olan filme alınmış konferansları kapalı devre üzerinden yayınlamak

                 ·      Günümüzde ise bunlara uydu, bilgisayar, videonun eklenmesiyle telekonferans ve benzeri yöntemler geliştirilmiştir.

Davranış bilimleri dönemi olarak kabul edilen 1960’lı yıllarda Morris ve arkadaşları öğrenme ve öğretme süreçlerinin yapısını dört değişik  gelişim modeli ile açıkladılar. Bunlar; geleneksel öğretim modeli, öğretmene destek işlevinde ortam, öğrenciye destek işlevinde ortam, öğretim sistemi modelleridir.

Akım: Televizyon kanalıyla Öğretim

Öğretim Tasarımı: Davranısçı hedefleri popüler hale getirme. Öğrenme alanları, öğretim hadiseleri, hiyerarsik analiz. ilk öğretim tasarım modelleri.

Katkıda Bulunanlar: Gagne, Gumpert (1967), Taylor (1967), Federal iletisim Komisyonu, Richard, Atkinson, Patrick Suppes.

Katkılar: Federal iletisim Komisyonu, 242 adet eğitim maksatlı TV kanalı kurdu. Ucuz, hızlı ve etkin eğitim yayınları yapıldı. Bilgisayar Destekli Öğretim (CAI) uygulamaları gelistirildi.

Ek Notlar: Televizyon projeleri beklenildiği etkiyi yaratmadı. Bunun nedenleri, öğretmenlerin direnci, TV’lerin masrafı ve TV sistemlerini okullarda islevsel hale getirmenin zorluğuydu.

  • “Space War”, (1960)
  • BASIC, (1964)
  • Fare’nin  icadı, (1968)
  • 1969 Susam sokağı,
  • UNIX,
  • ARPANET, (1969)

 

      Wedemeyer ve “zenginlik-articulated” kavramı

  •  
    • Basılı materyaller
    • Mektupla öğretim
    • Radyo ve televizyon yayını
    • Ses kasetleri,
    • Telefon konferansları ile zenginleştirilmiş programlar
    • 1967’de İngiliz Hükümeti eğitim kurumlarının revizyonu için komite kurdular
    • 1969’da Wedemeyer’in yönlendirmesi ile Açık Üniversite kuruldu
    • 6 Nisan 1965’te uydu iletişimleri başladı
    • 1960-70lerde oda dolusu araçla bilgisayarlar coaxial kablo binalara, telefon kablolarıyla-uzak bağlantı
    • PLATO (Programmed Logic for Automating Teaching projesi) örn. Lotus Notes
    • 1969’da ABD’nin Savunma Dairesi ARPA (Advanced Research Projects Agency) ile ordu birimleri, üniversiteleri ve savunma yetkililerini bağlıyor
    • 1960’lı yıllarda öğretim sistemlerinin gelişimi önemli olmaya başladı. Glaser 1962 yılında öğretim sistemini buldu ve geliştirdi. Glaser eğitim teknolojisinin eğitim psikolojisiyle ilişkisini vurgulamıştır.
    • Robert Gagné Öğrenmenin koşulları (1965)

1965: öğrenme sonuçları beş alanları: sözel, zihinsel becerileri, psikomotor beceriler, tutum ve bilişsel stratejiler – her biri öğrenmeyi teşvik etme koşulları Robert Gagné öğrenme koşulları

Öğretim Modelleri içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Dale Yaşantı Konisi

 

Yaşantı Konisinin Dayandığı İlkeler

  • Öğrenme işlemine katılan duyu organlarımızın sayısı ne kadar fazla ise, o kadar iyi öğrenir ve öğrenmelerimiz o kadar kalıcı olur.
  • En iyi öğrendiğimiz şeyler, kendi kendimize yaparak öğrendiğimiz şeylerdir.
  • En iyi öğretim somuttan soyuta ve basitten karmaşığa doğru gidilendir.
  • Öğrendiğimiz şeylerin çoğunu gözlerimizin yardımı ile öğrenebiliriz.

Dale Yaşantı Konisi

Yaşantı konisinin bulgularına göre insanlar öğrendiklerinin…

1% TATMA

2% DOKUNMA

4% KOKLAMA

10% DUYMA

83% GÖRME

Oranında Öğrenme gerçekleşir…

Belli bir zaman süresi içerisinde insanlar…

10% OKUMA

20% DUYMA

30% GÖRME

50% DUYMA & GÖRME

70% SÖYLEME

90% YAPMA

oranıyla akılda tutulur…

HAZIRLAYAN:Yunus BALTA

1930-1950 içinde yayınlandı | Yorum bırakın

II.Dünya Savaşı’nın İnsanlığa Yararları ! (Farklı bakış açısı)

II.Dünya Savaşı’nın İnsanlığa Yararları ! (Farklı bakış açısı)

Yazının başlığı bir çoğunuza garip gelebilir; ‘Savaşın yararı mı olurmuş’ diyebilirsiniz. Ancak şurası inkar edilemez bir gerçek ki savaşlar olmasaydı insanlık, bugünkü teknolojik düzeye ulaşmak için daha uzun süre beklemek zorunda kalabilirdi.

Her yeni buluş ilk önce savaşlarda denendi. Hükümetler, bir buluşun peşindeki bir bilim adamına parasal destek sağlarken akıllarındaki düşünce, o buluşun kendilerine gelecekteki bir savaşta üstünlük sağlaması olasılığıydı.

Dünyaya bilimsel açıdan en çok katkı sağlayan savaş, hiç kuşkusuz, 2. Dünya Savaşı olmuştur. 1 Eylül 1939’da Alman ordularının Polonya’ya girmeleriyle başlayan savaşta kesin olarak kaç insanın öldüğü hesaplanamıyor. Ancak asker-sivil toplam ölü sayısının 30 milyona yaklaştığı ifade ediliyor. Maddi zararın ise 1 katrilyon dolar civarında olduğu düşünülüyor.

Hitler, Mussolini ve Stalin dünyaya kabus dolu altı yıl yaşattı. Bütün bunlar yadsınamaz. Fakat bir gerçek var ki o da bu diktatörlerin askeri üstünlük kurmak amacıyla bilimsel araştırmalara tonla para dökmeleri. Onlar bilimsel araştırmalara önem verince haliyle düşmanları da aynı yola başvurdular ve bilim hiç bir zaman göremeyeceği himayeyi 2.Dünya Savaşı’nda gördü.

2.Dünya Savaşı en büyük katkısını makroekonomi ve iş idaresi alanlarına yaptı. Savaş sonrasında yıkıma uğramış ülkelerin yarattığı ekonomik mucizelerin altında, savaş sırasında ulaşılan üretim verimliliği, işgücünün maksimum yararlılıkla kullanılması ve otomasyonda kaydedilen gelişmeler yatmaktadır.

Savaştan önce Amerikalılar bir ticaret gemisini 35 haftada bitirebilirken 1943’te bu süre 50 güne inmişti.

Sovyet Ilyushin II-4 uçağının imali savaş öncesinde 20000 saatlik bir emek gerektirirken 1943’te bu süre 12500 saate gerilemişti.

Savaşın sonuna doğru İngiliz Hükümeti ihale vereceği şirketleri teknik deneyimlerinden çok iş idaresi alanındaki deneyimlerine bakarak seçmeye başlamıştı.

2.Dünya Savaşı’na bilim adamlarının savaşı demek yanlış olmaz. Devletler, daha savaş başlamadan önce, uzaktan uzağa ayaksesleri işitilen savaşta üstünlük kurabilmek için bilimadamlarına benzeri görülmemiş mâli destekler veriyorlardı.

Alman ve İngiliz bilim adamları, kendi ülkelerinin deniz ve hava kuvvetleri için yeni silahlar ve elektronik sistemler geliştirmeye başladılar. Sovyetler Birliği 1919 yılından itibaren bilimsel araştırmalara özel bir önem vermeyi bir devlet politikası haline getirmişti. 1941’de Sovyetler Birliği araştırma-geliştirme faaliyetleri için 1 milyar 650 milyon ruble gibi o güne dek görülmemiş büyüklükte bir bütçe ayırmıştı.

Faşist rejimler de teknolojik gelişmeleri yakından izliyordu. Mussolini 1936’da Ulusal Araştırma Konseyi’ni kurup başına, radyonun mucidi, büyük bilim adamı Guglielmo Marconi’yi getirdi.

Adolf Hitler, Almanların bilimde de dünyaya egemen olmasını istiyor, özellikle yeni silah teknolojileriyle yakından ilgileniyordu. Ancak bu totaliter rejimlerde düşünceye uygulanan baskılar, ar-ge çalışmalarının, liberal devletlerdeki kadar verimli olmasını engelliyordu.

Stalin, teknik uzmanların ve mühendislerin bir gün kendisine karşı muhalif bir hareket başlatmalarından çekindiğinden binlercesini, gizli polisin gözetimi altındaki bir çalışma kampına kapatmış, araştırmalarını burada sürdürmelerini istemişti.

Nazi baskıları çok değerli Yahudi bilim adamlarının ve özellikle nükleer fizikçilerin Almanya’yı terk etmelerine yol açmıştı . Bu bilim adamları, ABD ve İngiltere’nin bilimsel araştırmalarına büyük katkılarda bulundu. Örneğin ABD’nin savaş sonrasında yürüttüğü uzay programlarının altında Alman bilim adamlarının imzası var.

Diktatörlerin yeni silahlar geliştirmekle görevlendirdikleri bilim adamlarının çalışmalarına sık sık müdahelede bulunmaları kimi zaman parlak sonuçlar yaratmakla birlikte çoğunlukla başarısız neticeler alınmasına yol açıyordu.

2.Dünya Savaşı, düzenli ar-ge faaliyetlerini devletlerin kendilerini devam ettirmekte kullandıkları sürekli ve kudretli bir vasıta kılarken aşırı devlet denetiminin ve ideolojik kaygıların çok fazla ön planda tutulmasının bilimsel araştırmalarda ters sonuçlar yarattığını ortaya koydu.

Liberal devletler totaliter rejimlerin bilimdeki atılımlarına çabuk karşılık verdiler. En başarılı oldukları alanlar kriptoların deşifre edilmesi ve casusluk faaliyetleriydi.

Daha 1931 yılında Fransız Haberalma Teşkilâtı’nda görevli Yüzbaşı Gustave Bertrand, bir Alman casustan 2.Dünya Savaşı’nda kullanılacak Enigma adındaki kriptografi aygıtının çalışma prensiplerini gösteren belgeler temin etmişti. Savaş sırasında İngiliz matematikçiler aygıtın şifrelerini çözümlemeyi başardılar. Öyle ki Hitler’in generallerine bizzat verdiği emirler anında Müttefik kuvvetlerince öğrenilebiliyordu.

Haziran 1940 – Nisan 1941 arasında Almanların İngiltere’ye düzenledikleri hava akınları sonrasında Winston Churchill, radarın savunmada ne derece etkin bir aygıt olduğunu gördü ve Bilimsel Danışmanlık Komitesi’ni kurup başına Profesör L.A. Lindemann’ı getirdi.

Lindemann, Sir Henry Tizard ile beraber Alman avcı uçaklarının haberleşmelerini bozan elektronik karıştırma sistemleri geliştiren araştırma projelerini yönetti. 1940 yılının sonbaharında Almanlar buna X-Gerat’larıyla karşılık verdiler. X-Gerat, bir çok frekans üzerinden haberleşmeyi sağlayan bir aygıttı. Fakat İngilizler radarlarında yaptıkları bir değişiklikle uçaklarının Alman avcı uçaklarını tek tek izleyebilmelerini sağladılar.

Benzer bir durum Almanya üzerindeki hava muharebelerinde yaşandı. Gece uçuşlarında uçakların, elektronik karışıtırıcılar engeline rağmen hedeflerini bulmalarını mümkün kılacak sistemler geliştirilmesi fikri bundan sonra doğdu. H2S adı verilen sistem sayesinde pilotlar ‘bulutların arasından’ önlerini görebiliyordu.

Ayrıca İngiliz uçaklarının Alman pilotları şaşırtmak için attıkları alüminyum parçalar da çok işe yaradı.

1943 Mart’ından itibaren kullanılmaya başlanan mikrodalga radarlar ise Alman denizaltılarının yerlerinin tespit edilmesini mümkün kıldılar.

ABD başkanı Roosevelt ülkenin bilimsel araştırmalarını Vannevar Bush’a emanet etmişti.

Bush’un başında bulunduğu Bilimsel Araştırma ve Geliştirme Kurumu, üniversitelere çalışmalarında kullanmaları için 1 milyon dolarlık fon aktardı. Bu kurumla birlikte, Donanma Araştırma Laboratuarları ve ordunun diğer birimleri, antitank roketi, saniyeli fitil, DUKW amfibi savaş aracı, sıtma hastalığıyla mücadelede büyük başarılar sağlayan DDT ile penisilini bulup geliştirdiler.

Nükleer fizik alanında çok büyük mesafe katedildi. 1938’e gelindiğinde Alman fizikçiler Otto Hahn ve Fritz Strassmann nükleer fizyonunun gerçekleşmesini gösterebilecek kadar yol almışlardı.

İngiliz, Fransız, Alman, Rus ve Amerikan bilim adamları, nükleer bir bomba geliştirilmesinin mümkün olabileceğine inanıyor ve böyle bir bombayı ilk yapan taraf olabilmek için birbirleriyle yarışıyorlardı.

1939’da Albert Einstein, Başkan Roosevelt’e bir mektup yazdı. Mektubunda Einstein, başkana atom bombasını Nazilerden önce Amerikalıların bulması gerektiğini, aksi takdirde savaşın kaderinin ABD ve müttefikler aleyhine değişeceğini ifade ediyordu.

ABD’nin 2.Dünya Savaşı’nda ar-ge faaliyetleri için harcadığı toplam 3.850.000.000 Doların 2.000.000.000 Doları Roosevelt’in atom bombasının geliştirilmesi için başlattığı Manhattan Projesi’nde kullanıldı. Amerikalılar atom bombasının peşindeyken öteki devletler de boş durmuyordu. Hepsi bu bombayı ilk bulan olmak istiyor, ancak kimse bu cehennem silahının kullanılmasının yaratabileceği uzun erimli sonuçları düşünmüyordu.

Generalleri kara kara düşündüren savaşlardaki zayiatlar, askeri tıbbın hızlı bir evrim geçirmesine yol açtı. Sıhhiye hizmetleri yeniden örgütlendi; yaralılara çok hızlı ve doğru bir şekilde müdahele edilmeye başlandı. Ölüm oranları ve organ kayıpları daha önce öngörülemeyen oranlara indi.

Havadan yaralı taşınması da bu hususta çok faydalı oldu. Anestezi ve kan nakli sıradan uygulamalar haline geldi. Cerrahi alanlarda uzmanlaşma da 2.Dünya Savaşı sıralarında başladı. Tıptaki en önemli devrim, savaş sırasında bulunan penisilinin kullanılmasıydı. Penisilinin bulunması kemoterapinin altın çağına girmesini sağladı.

Savaş sona erince doktorlar sivil yaşama döndü. Önlerinde yeni bir çağ bulunduğunun farkındaydılar. Bilimin diğer kollarında, tıbbın yararlanabileceği çok önemli gelişmeler kaydedilmişti. 1950’li ve 60’lı yıllar kalp cerrahisinin ve organ nakillerinin uygulanmaya başlandığı yıllar oldu. Ölümü bekleyen sayısız hasta organ nakilleri ile yaşama döndürüldü.

Kısacası, devletlerin barışçıl amaçlarla kolay kolay destek vermeyeceği bilimsel araştırmalar, savaş zamanında kıymete bindi ve belki de daha bir kaç nesil araştırılması akla dahi gelmeyecek konular araştırılarak bir çok teknolojik gelişme sağlandı.

Hesaplanan, nasıl daha fazla düşman öldürülebileceğiydi. Ama gün oldu, devran döndü; savaş zamanı buluşlarının babalarının dahi düşünmediği bir şey gerçekleşti.

Öldürmek için yapılan keşif ve icatlar yaşatmak için kullanılır oldu.

KAYNAKÇA

Başaran, Mehmet. Özgürleşme Eylemi Köy Enstitüleri, Eğit-Der Yayınları, Ankara: 1990.

Candoğan, Galip. Köy Enstitüleri Sistemi ve Çağdaş Eğitimi Dikili Belediyesi Yayınları,  1993.

Kanar, Haşim. Köy Enstitüleri Eğitimde Atılım, Ankara: Selvi Yayınları, 1990.

Özsoy, Yahya. Köy Enstitüleri Programları, Ankara: Egit-Der Yayınları, 1990.

HAZIRLAYAN:Yunus BALTA

1930-1950 içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Çağdaş Eğitimde Köy Enstitüleri …

 

Köy gerçeği bu gerçeğe uygun kararlar almayı, planlamalar yapmayı, uygulamayı ve yapılacak işin gereklerine uygun eğitim almayı gerektirir. Tonguç, köylüyü bulunduğu çevreden ayırmadan okullar, tarla, işlik, mutfak ve laboratuvarla donatmak gereğine inanlardandı. Ancak böyle olursa maddi hayatta başarı sağlanabilirdi. Yoksa kuru bilgi, başarı için yeterli değildi. Cumhuriyetin kuruluşundan beri amaçlanan ve istenen eğitim öğretim çalışmaları bir türlü başarılamamıştı. Çeşitli kişiler yönetime gelmiş ve denenmişti. Ama laik ve çağdaş bir yapılanma bulunamamıştı. Bu konuda Tonguç’un köy gözlemleri şöyleydi (Candoğan, 1993: 19).

– Batı taklidi öğretmen okulu mezunları köyün karanlığında erimiş ağanın, imamın yoluna girmişlerdir.

– Köy okulunda sadece okuma-yazma öğrenen köylü dört-beş yıl sonunda okuma-yazmayı da unutmuştur.

Bu ciddi tespitler gelecekteki köy öğretmeninde şu özelliklerin bulunmasını gerektiriyordu (Candoğan, 1993: 27).

– Öğretmen adayı köy yaşamının bütününü yaşayarak bilmiş olmalı ve köye bağlanmış olmalıdır.

– Karşılaşacağı zorlukları yenecek durumda olmalıdır. Gücü köy işlerini başarmaya yetmelidir.

– Yaşam seviyesini geliştirici ve devleti temsil edecek güçte olmalı bu bakımdan köylüye rehberlik edebilmelidir.

Yüzde seksen üçü köyde yaşayan bir ülkede böyle bir anlayış kaçınılmazdı. Tonguç bu anlayışla, “eğitim herşeyden önce insana doğayı emebilecek bir bilinç vermeli” diyordu. Köy enstitüleri bir bütün olarak, yerleşimi, kuruluşu, işleyişi, etkinliği, diğer kuruluşlarla bağlantısı, ilgi alanı, derslerin üretici eğitim ilkesine uygun işlenişi bakımından bir okul değil, kendine özgü, ulusal kültür savaşı veren bir eğitim kurumu olmalıydı (Kanar, 1990: 17). Bu yapılanma halk için özgür ve özgün bireyi yaratmayı amaçlamalıydı. Bu bağlamda eğitim, gelip geçici hükümetlerin oyuncağı olmadan, süreklilik ifade etmeliydi. İngiliz Eğitim Bakanı Eorl Baldwin bir konuşmasında şöyle diyor (Başaran, 1990: 8).

“Öğretim bu dünyada herşeyden önce, yüzde yüz dürüst yüzde yüz özgür olmalıdır. Öğretmen hiçbir zaman devletin uşağı olmamalıdır. Yani hükümet ister sağ, ister sol, ister orta olsun, onun istediğini sandığı şeyleri savunmamalı ve öğretmemelidir. Öğretmenin tek amacı gerçeği olduğu gibi belirtmek olmalı”.

Bu arayış büyük çoğunluğu köyde yaşayan halkın ihtiyaçlarını, Cumhuriyetin kuruluş felsefesine uygun çağdaş, laik, demokratik ve sürekli bir okul modeliyle aşmayı amaçlıyordu. Ancak böyle olursa Cumhuriyet sağlam temeller üzerine oturabilirdi. Aksi halde, tüm çabalarda kısa zamanda başa dönülürdü.

Bu arayışın kökleri Tanzimat’a kadar uzanır. 1876 Anayasası ilköğretim zorunluluğunu tüm halk için getiriyordu. Tanzimat dönemi başında ise 16 Mart 1848’de öğretmen okulu açılmıştı. Fakat bu okullar çağdaş eğitim felsefesinde uzaktılar (Özsoy, 1990: 79).

II. Meşrutiyet dönemi köye yönelmede farklı örneklere sahne olmuştur. Satı Bey, Ethem Nejol, İsmail Hakkı Baltacıoğlu gibi Osmanlı eğitimcileri, eğitime bilimsel katkı yanında, herkese eğitim, köye özgü eğitimin toplumsal yapı ve ilişkisi gibi konularda zengin bir tartışma ortamı yaratmışlardır. Bu dönemde öğretmen ve öğrencilerin, eğitim yönetimine katılması, eğitimde insan kişiliğinin temel alınması; araştırma ve deneme yoluyla eğitim gibi önemli atılımlar yapılmıştır. II. Meşrutiyet döneminde Kastamonu Mebusu İsmail Mahir Efendi, ülkenin 70 bölgeye ayrılıp her bölge merkezinde bir öğretmen okulu açılması fikrini ortaya atmıştır. Öğrencilerin ise her köyden bir kız ve erkek öğrenci olmasını istemiş ve bu öğrencilerin mezun olduktan sonra aylıkla ve köy arazisinden ayrılacak tarla hissesi ile göreve başlatılması gereğini savunmuştur. Bu görüşler Köy Enstitülerine giden yolu aydınlatmıştır.

Cumhuriyet Dönemi’nde de buna benzer görüşlere rastlamak mümkündür. İlk kez 1926’da “bölge öğretmen okulları” adıyla öğretmen okulları açılmıştır. 1931 yılında toplanan “Birinci Köy ve Ziraat Kongresi” köy öğretmeninin yetiştirilmesini ve tarımda köylüye fikirsel yardımda bulunması gereğini gündeme getirmiştir. 1932-33’de öğretmenlere tarım ve sağlık kursları açılmış, 1933’de toplanan “Köy İşleri Komisyonu” öğretmenlerden köy liderliği ve köyde öteki işlerin görülmesi fikrini desteklemiştir.

Bu beklentiler zamanla köy çocuklarının meslek erbabı olarak değil yeteneklerinin ölçüsünde ilerlemelerine imkan verecek şekilde eğitilmeleri görüşünü gündeme taşımıştır. Bu tartışmalar sonrasında 1937-38’de Eskişehir/Çifteler, İzmir/ Kızılçullu’da Köy Öğretmen Okulları” açılıyor. Bu aşamada “Enstitü” adı yoktur. 1938-39’öğretim yılında Kırıkkale/Kepirtepe ve Kastamonu/Gölköy’de iki öğretmen okulu daha açılıyor. Bu okullar açılırken bir yandan da Köy Enstitüleri yasa çalışmaları sürdürülüyor ve arazi temin edilmeye çalışıyor.

Bu çabalar sonunda, 17 Nisan 1940’da “Köy Enstitüleri Kanunu” kabul ediliyor. Kanuna göre Köy Enstitüleri şöyle tanımlanıyor: Köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere, ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde, Maarif Vekilliğince Köy Enstitüleri açılır deniliyor. Kanunun çıkmasından sonra 1940’da dört, 1942’da bir, 1944’da iki Köy Enstitüsü kuruluyor. 1948’de kurulan Van/Ernis Köy Enstitüsü bakanlık kadrosunun bozulduğu dönemde kuruyor. Kurulan Köy Enstitüleri birkaç ilin merkezi olacak yerler tespit edilerek kuruluyor. Böylece Türkiye’nin dört bir yanındaki öğrencilerle bu merkezlere hizmeti yaygınlaştırmak amaçlanıyordu.

Fakat 1946 seçimlerinden sonra adları solcu yuvalarına çıkan Köy Enstitüleri yıpratılmaya başlanıyor. Bu günden itibaren de Köy Enstitülerinin ilkeleri birer birer ortadan kaldırılıyor. Öğrenciler Enstitü yönetiminden dışlanıyor. Serbest okuma saatleri kaldırılıyor ve birçok kitabın okunması yasaklanıyor. Bu yıpratma çalışmaları 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti ile hızlandırılıyor. 1951’de Enstitülerin ortadan kaldırılması için raporlar hazırlanıyor. Enstitüler klasik öğretmen okullarına dönüştürülüyor. 1954’de ise tamamen ortadan kaldırılıyor. Enstitülerin yerlerine açılan İlköğretmen okulları da 1974’de öğretmen liselerine dönüştürülerek, ilkokul öğretmeni yetiştirme işlevi yeni açılan iki yıllık eğitim enstitülerine aktarılıyor.

Köy Enstitüleri 1940’ların Türkiye’sinin eğitim sorunlarına işlevsel bir buluştu. Birçok ilin merkezinde kurulan bu okullar Türkiye’nin öğretmen ihtiyacını kökünden çözebilirdi. Fakat 14 yıl gibi kısa bir zamanda sona erdirilmesi bunun gerçekleştirilmesini engelledi. Öğretmen ihtiyacının iyice belirginleştiği son yıllarda, bu ihtiyaç öğretmen olarak yetişmeyen kişilerin istihdam edilmesiyle çözülmeye çalışılmaktadır. Okul kurumuna tamamen yabancı, öğretmenlik bilinci ve psikolojisiyle yetişmemiş kişiler öğretmenlik yapmaya çağırılmaktadırlar. Kısa zamanda belki sorun çözebilir ama çoğunun kurum değiştirmek ya da rahat olduğunu düşündüğü için girdiği öğretmenlik mesleği, bu şekilde işlevselliğini yitirme tehlikesini yaşıyor. Kuruma girdikten sonra, kurum değiştiremeyen ve de sandıkları gibi kolay olmadığını gören ‘öğretmenler’ büyük bir bocalama yaşıyorlar. Oysa 1940 yılında temeli atılan Köy Enstitüleri eğer bugün yaşasaydı. Türkiye’nin öğretmen açığı gibi sorunu olmayacaktı. Eğitim çağdışı odakların antilaik, dogmatik, tek tip insan dayatması sorununu yaşamayacaktı. Bugünlerde yeniden yapılanan eğitim fakülteleri, nitelikli öğretmen yetiştirmeyi, öğretmen yetiştirme politikasını netleştirmeyi amaçlıyor. 21. yüzyıla girmek üzere olduğumuz bu zamanda yap-boz tahtasına dönmüş eğitimimiz yıllar önce yıktığını bulmaya çalışıyor. Oysa herşey ne kadar açık ve Enstitüler uyandırılmayı bekliyor. Belki ayrı yapıyı kurmak ve uygulamak bugünün dünyasında yetersiz kalır ama Cumhuriyetin felsefesine uygun evrensel değerlerin odağında yeni bir yapılanma geç kalınmış olsa da kısa zamanda sorunu çözer kanısındayım. Yıllardır adı tartışılan Milli Eğitim Akademisi öğretmen yetiştirmeyi lise sıralarından başlatıp akademi sıralarında özgün ve özerk bir yapılanmayla aşabilir.

 

HAZIRLAYAN:Yunus BALTA

1930-1950 içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Yapılandırmacılık

Yapılandırmacılık-Yorumculuk
Öğrenmeye Bakış Açıları Bireyin var olan bilgileri ile yeni karşılaştığı bilgiler arasında bağ kurup bunları bütünleştirmesi sürecidir. Yapılandırmacılık; öğretimle ilgili bir kuram değil, bilgi ve öğrenme ile ilgili bir kuramdır.(DEMİREL,Ö., Eğitimde Program Geliştirme, s:233)
Öğretimin Amacı Bilgiyi yapılandırma, bireyin geliştirdiği bilişsel organizasyonun, kendine uygun objeler ve olaylarla karşılaştığı zaman etkileşmesiyle gerçekleşir. Öğrenciler kendi meraklarını uyandırarak ve bireysel ilgilerini; soru sorma, araştırma ve keşfetmeyle ateşleyerek kendi kendilerinin motive edicisidirler. Bu metotta nesnellik terk edilmekte ve bilginin keşfedilmek yerine yorumlandığı, ortaya çıkarılmak yerine oluşturulduğu savunulmaktadır(Yıldırım ve Şimşek, 1999:20).
Stratejiler -Drama-Proje çalışmaları

-Tasarımlayarak öğrenme

-Öğreterek öğrenme

-işbirlikli öğrenme

Öğrenci Rolleri Yapılandırmacı öğrenme, öğrencinin kendi yetenekleri, güdüleri, tutumu ve tecrübelerinden edindikleri ile oluşan bir karar verme sürecidir. Birey öğrenme sürecinde seçici yapıcı ve etkindir. Öğrenmenin kontrolü bireydedir. Öğrenmeye öğretmenle birlikte yön verir. Bu yön verme sürecinde öğrencinin geçmiş yaşantıları, bakış açısı, hazır bulunuşluk düzeyi etkilidir. Öğrenci öğrenme sürecinde etkili olabilmek için eleştirel ve yapıcı sorular sorar, diğer öğrenciler ve öğretmeniyle etkileşim ve iletişim içinde bulunur. Yapılandırmacılık sürecinde öğrenci öğrenmeyi kendisine sunulan şekliyle değil de, zihninde yapılandırdığı biçimiyle gerçekleştirir. Öğrenci meraklı, girişimci ve sabırlı olmalıdır.(www.egitim.aku.edu.tr 19/11/2005)
Öğretmen Rolleri Yapılandırmacı öğretmen, açık fikirli, çağdaş, kendini yenileyebilen, bireysel farklılıkları dikkate alan, uygun öğrenme yaşantıları sağlayan ve öğrenenlerle birlikte öğrenen olmalıdır. Öğrencilerin uygun etkinlikler yapmasına yardımcı olmalı, öğrencileri işbirliğine teşvik etmeli, öğrencilerin sürekli iletişim içerisinde olmalarına cesaretlendirmelidir. Öğrencilerin bireysel farklılıklarını dikkate almalı, her öğrencinin kendi kararını kendisinin vermesine yardımcı olmalıdır. Düşündürücü sorular sorarak öğrencileri araştırmaya ve problem çözmeye teşvik etmelidir.
Temel Felsefeleri Dayandığı felsefe Pragmatizmdir.1-     Öğrenme pasif bir bilgi alma süreci değil, aktif bir anlam oluşturma süreci olmalıdır.

2-     Öğrenme öznel olmalıdır.

3-     Öğrenme çevre şartlarına göre şekillenmelidir.

4-     Öğrenme öğrenci merkezlidir.

5-     Öğrenme süreklidir.

(Beydoğan, H. Ö., Öğretimde Planlama ve Değerlendirme, s:58)

Etkinlikler/Faaliyetler Merak Uyandırma ve Planlama: Bu aşamada öğretmen öğrencilerin dikkatini çekmek için çeşitli sorular sorar. Bu sayede öğrencilerin ön bilgilerini, kavrama düzeylerini ve varsa yanlış kavramalarını ortaya çıkarır. Buna göre de gerçekleştirilecek olan etkinlikleri öğrenci düzeyine göre planlayabilir.Araştırma ve Keşfetme: Bu aşamada öğrenciler farklı bilgi kaynakları kullanarak araştırırlar. Öğretmen, öğrencilerin aktif olduğu beyin fırtınası, grup çalışması, sınıf tartışması gibi teknikleri kullanarak öğrenciye yardımcı olur.

Çözümleme ve Derinleştirme: Bu aşamada öğrenciler yaptıkları etkinlikleri, öğrendikleri bilgi ve kavramları açıklarken, öğretmen olanlara rehberlik eder. Gerekirse yeni kavramlar ekleyip, yeni sorular sorarak öğrencilerin bilgilerini daha da derinleştirmesine olanak sağlar.

Paylaşma ve Yaşantıya Uygulama: Burada öğrenci edindiği bilgileri çevresi ile paylaşır. Bu bilgileri günlük yaşamında çeşitli şekillerde kullanır. (www.erdemyayinlari.com/19.11..2005)

Değerlendirme Geleneksel anlayışta değerlendirme sürecin sonunda yapılır ve sonuca yöneliktir. Yapılandırmacı yaklaşımda ise değerlendirme süreçten ayrı değil, sürecin bir parçasıdır ve değerlendirme ürüne, performansa yöneliktir. Klasik anlayışta kullanılan değerlendirme ölçekleri; yazılı yoklamalar, sözlü yoklamalar, kısa cevaplı, çoktan seçmeli, doğru yanlış testleridir. Yapısalcı yaklaşımda ise bunlara ek olarak şu ölçme araçları kullanılmaktadır:

  1. Öz değerlendirme, grup değerlendirme, akran değerlendirme formları
  2. Tutum ölçekleri
  3. Gözlem formları
  4. Görüşmeler
  5. Sunumlar ve sunum değerlendirme formları
  6. Projeler ve proje değerlendirme ölçekleri
  7. Performans ödevleri ve rubrikler
  8. Portfolyolar ve portfolyo (ürün dosyası) değerlendirme ölçekleri
  9. Kontrol listeleri
  10. Kavram Haritalar

Geleneksel anlayışta değerlendirme sadece öğretmen tarafından yapılır. Oysa yapılandırmacı yaklaşımda değerlendirme sürecine öğrenci de katılır. Yapılandırmacı değerlendirme bilgiyi hatırlama gücünü ölçmez. Bireyin elde ettiği bilgileri nasıl kullandığını ve nasıl yorumladığını, bu yorumlar ve anlamlandırmalar sonunda yeni bilgilere nasıl ulaştığını gözlemler.

(www.egitisim.gen.tr/22.03.11)

Hazırlayan: Ayşegül Bahşi – Erhan BAYBURT

Kuramlar içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Maslow İhtiyaçlar Hiyerarşisi ve Görev Analizi

Maslow, 1954 yılında İhtiyaçlar Hiyerarşisi ve Görev Analizi çalışmalarını tamamladı. Okumaya devam et

1950-1960 içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Yapay Zeka Kavramına Merhaba…

Yapay Zeka 1950 ‘li yılların başında eğitim dünyasında yeni bir kavram ortaya çıktı.

YAPAY ZEKÂ, genel olarak insan tarafından tapıldığında, doğal zekâyı gerektiren görevleri yapabilecek mekanizmanın oluşturulması çabalarının tümüdür. Okumaya devam et

1950-1960 içinde yayınlandı | Yorum bırakın

2000-2011 yıllarında eğitim

2000-2011 yıllarında eğitim

2000-2011 içinde yayınlandı | Yorum bırakın

1990-2000 yıllarında eğitim

1990-2000 yıllarında eğitim

1990-2000 içinde yayınlandı | Yorum bırakın

1980-1990 yıllarında eğitim

1980’ler

Akım: Bilgisayarlar.

Öğretim Tasarımı: İşte ve endüstride öğretim tasarım süreci. Kavramsal (bilişsel) psikoloji ilkelerine ilgi (merak) .

Katkıda Bulunanlar: Clark, Schramm, Kozma.

Katkılar: Medya ile ilgili karşılaştırma çalışmaları yapıldı. Performans Teknolojisi hareketi gündeme geldi. İş performansı, iş ürünlerinin öğretim tasarımı üzerine etkisi arttı.

Ek Notlar: Bilgisayarlara ilgi vardı; ancak, bilgisayarların öğretim üzerine etkisi asgariydi.

Öğretmenler, eğitimde bilgisayarların kullanımının çok az ya da hiç faydası olmadığı görüsündeydiler.

Öğrencilerin, öğrenme düzeylerini arttırmak için çeşitli öğretim yaklaşımları geliştirilmiştir. Öğe Gösterim Teorisi (Component Display Theory) (ÖGT) de, öğrencilerin öğrenme kapasitelerinin yükseltilmesi için Merrill (1983) tarafından geliştirilen bir öğretim teorisidir. ÖGT, bir kavramı, ilkeyi veya işlemi öğretmek için özel öğretim stratejileri ve taktikleri geliştirmiştir.  

ÖGT, sadece öğretimin bilişsel alanı ve mikro düzey stratejileriyle (kavram, ilke vs. öğretimi) ilgilenmektedir. 

ÖGT ’nin bu darlığı, öğretmenlere ve öğretim tasarımcılarına daha çok rehberlik yapma imkanı vermektedir. ÖGT, bir metottan ziyade her bir öğretim sunumunun bileşenlerinden oluşan bir teoridir. 

Fransa’da 1983’te “100.000 Bilgisayar” hedefinin belirlenmesi ve bu hedefe kısa sürede varılması üzerine 1985’te “Herkes için İnformatik” programının başlatılması; Federal Almanya’da 1975’te orta öğretimin üst kademelerine bilgisayar eğitimi verilmesi ve daha sonra alt kademelerine de yaygınlaştırılması gerçekleştirilmiştir. Türkiye’deki gelişmeler ise ortaöğretim kurumlarına 1100 mikrobilgisayar alınmakla başlamıştır. Daha sonraları ise bilgisayar eğitimi yerine bilgisayarın bir eğitim aracı olarak kullanıldığı bilgisayar destekli eğitim uygulamalarının başlatılması uygun görülmüştür. Milli eğitim bakanlığı dünya bankası katılımı ile 53 bilgisayar deneme okuluna 1666 adet bilgisayar alınmıştır ve bu okullarda bilgisayar laboratuarları kurulmuştur. Ayrıca bu okullara denemek üzere Bilim ve Teknik ansiklopedisi İngilizce, matematik, fizik, kimya ve biyoloji konularında ders yazılımları temin edilmiştir. Donanım ve alt yapı çalışmalarına ek olarak 1996 yılı içersinde 256 yeni formatör öğretmeninin eğitimi yapılmıştır.

1980-1990 içinde yayınlandı | Yorum bırakın